11.gün: 06:30’da uyanıyorum. 07:00-kahvaltı vakti. çayımı yudumlarken tv’de daima sabah haberleri açık oluyor. türkiye, akdeniz’de en çok plastik atığa neden olan ülkeymiş [yılda 60 bin ton gibi devasa bir miktar, hatırladığım kadarıyla]. hiç şaşırmıyorum. birkaç yıl önce okuduğum, uzaylıların biz dünyalılarla iletişime geçme ihtimali üzerine yazılmış bir gazete makalesini anımsıyorum. abi uzaylılar manyak mı, hâlâ uzayda hayat olup olmadığını tartışan; savaşı, betonu ve plastiği icat etmiş küçük beyinli bir türle neden iletişime geçsinler?!
12.gün: erzurum cağ kebap, mardin mırra kahvecisi, gaziantep baklavacısı… bir künefecinin ışıklı, kayan yazılı tabelasında “bizdesiniz” yazıyor. oh, iyi bari, en azından artık nerede olduğumu biliyorum! / otele dönüp zihnimdeki görüntüleri silmeye çalışıyorum. gün içinde yaşadıklarımı. hepsini shift+delete yapmak, iş sonrası yeni, tertemiz bir güne uyanmak. mümkün olmuyor / böyle yoğun çalıştığım günler ve gecelerde, içimde bir kemik kırılıyor sanki. mutluluk birimi yitiyor, heves arayüzü hata veriyor, yerle yeksan oluyor coşkunun kaynak kodları. masoch‘un kemikleri sızım sızım…
13.gün: kitabevini buldum nihayet! kitap-kafe daha çok, içine girmedim, uzaktan, zihnimde gezdim rafları, kitap sırtlarını okudum. sonra renkler soldu bir anda…
şu renk mevzuuna dönecek olursak; daha önce hayatıma giren kadınlardan duyduğum bir cümleydi: “çok sıkıcısın!” ne hikmetse, bunu söylemelerine rağmen yakınımda olmaktan geri durmamışlardı. sen tut araştırmaya, okumaya gönül ver, kitaplar, makaleler derken hayatın bir yerlerinde “ben de sizler kadar cahilim, fakat şunu şunu da biliyorum” diyebilecek noktaya gel, bunları yaparken uykusuz, stresli günler, geceler geçir, kalp kırıklarını onarmayı ve her şeye rağmen devam etmeyi seç, sonra kalkıp seni sıkıcı bulsunlar. sen içerideki rengarenk, mümkünlerin kıyılarını zorlayan dünyaları, düşleri değil, dışarıda, herkesin görebileceği renkleri, renkliliği arıyorsun. tavus kuşu muyum ben ya?!