kış yazıları: bir epigraf

işten artan yorgunlukla ara ara pencereden dışarıya, karlı çatılarla dolu bir beton manzarasına bakıyor; gündüz düşlerine dalıyorum. dostoyevski diyorum, beyaz geceler‘in çatısını sen de böyle alçak katlı, kiremit kaplı, eski ve zavallı binalara bakarken mi kurdun? seni, sanki yaşamındaki acılardan bir harita oyulmuş gibi bir ifadeyle ve bir sandukanın, belki de tabutun üzerinde oturur şekilde temsil eden o heykeli anımsıyorum, lenin kütüphanesi‘nin tam önünde, moskova‘da, kuşlar konuyor her gün başına, omuzlarına. durdum, gerçek, her şeyin neden babasıdır?” diye düşündüm bir kez daha (“gerçek, neden her şeyin babasıdır” diye düşünmedim ama). sen, ilk çağlarından beri yazınının, bunu böyle bilir miydin? “hepimiz gogol‘un palto‘sundan çıktık” demiştin. haklıydın belki, şairler de dahil mi bu cümleye bilemiyorum ama. önünde durmuşluğum var onun heykelinin de. nedendir bilmem, sen kahrolmuş, dağılgan bir ifadeye sahipken o mağrur.

bir de mayakovski var, kendi adını taşıyan meydanda. ben öyle heybetli beklemezdim seni, ama neticede “sen de bir heykelsin mayakovski meydanı’nda.” bak, bizim buralarda da şiir yazılır, hem sıkıysa çatısı, çökmez de kolay kolay. devamında “güz rengi ayakların değiyor / korkunç ölülerle süslenmiş denize. bekle!” diye sesleniyor şair, muhtemelen bir sevgiliye. bekliyorsun biliyorum, mayakovskaya’da, gururla.  hemen yakınlardaki mezarlığa gömülüsün. nâzım da oradadır, baş ucunda vera. 

hani kaybetmiştin ya onu mayakovski meydanı‘nda. belki de bir başkasını, tarih bir bozgundur, şiirin tarihi de bilhassa dahildir buna. dalgın kulaklarıma okundu şiirlerin. sahi dedim, benim de kayıplarım var orada. bir şeyleri yitirmek, birilerini, ne zormuş? insan, kızgın atlardan yapılır gibi bazen nasıl da beyninde kan, insan, çok da kolay gömülemiyor içindeki mezarlığa.

sonra bir kahve daha alıyorum, ince taneli karların çarptığı pencerelerden alarak gözlerimi.

hiç hazır değilim kışa…