Mite Kondurduğum Mitokondriler

Gündelik hayatın rutininden kaçma çabası gibi algılasam da zaman zaman, her güne bir anlam atfetmenin, alelade bir cümleye büyük anlamlar yüklemek gibi bir duygusallık olduğunu düşünüyorum. Bu daha çok ölüm yıldönümleri için oluyor ülkemizde. Evet, yakalandım! Konuyu döndürüp dolaştırıp Nâzım’ın ölüm yıldönümünde anılmasına ve “Neden ölüm yıldönümünde anıyoruz” sorusuna getirip düğümleyeceğim. Cidden ama, felsefenin bir araştırma konusu, genel geçer bir korku öğesi olan ölümün, bunca büyük bir mit haline getirilmesini anlamlı bulmuyorum. Örneğin neden doğum gününde değil de ölüm yıldönümünde anıyoruz topluma ya da insanlığa mal olmuş şahısları? Yas toplumu olduğumuzdan mı kaynaklanıyor, nedir?

Demem o ki kör ölünce badem gözlü olmasın artık, ne olur hayattayken anlayalım ve takdir edelim artık. Yoksa bu yazı yazılırken yapıldığı gibi bir bardak icetea eşliğinde (neden icetea?) bir şiiriyle sessiz  sedasız anılabilir Nâzım. Tıpkı 2013’te Roma’da bir otel odasında yaptığım gibi…

030615/eskişehir

nedendir bilinmez

nedenini hiç bilmiyorum ama dışarıdaki güneşli, sıcacık havaya karşın içimde hoşuma gitmeyen, vedayı, bilinmezleri andıran bir hissin uyandığını fark ettim bu sabah, sovyet güzelin yanından dönerken… bahar geliyor buralara, durmaksızın kitap okumak, şiirler yazmak, şarkılar dinlemek istiyorum. belli ki yeniden yollarda olmak istiyorum. yeni ülkelerle tanışmak… oradaki kentsel ve sosyal yapılanmayı, sokaklara dokunarak, insanlara bakarak algılamak istiyorum. belki oradan, bitmeye yazgılı bu süreci hiç istemesem de tamamlayıp “kentler gördüm, anlar soludum, insanlar tanıdım, param tükendi, döndüm” diyerek o talihsiz ülkeye yeniden dönerim. bir ağaç kovuğunda ve sıkılganken, benliğini kentten kente taşıyan biri haline gelebiliyorsa insan, bu hayatta her şey mümkündür.